Welcome to Our Website

Almanya Bizi Neden Kıskanıyor?

“Bilmeseydim fakirler niçin fakirdir, zenginler niçin zengin.
Ve neden boyuna yalan söylenir halka?
Sonra iki ellerimi pantolonumun cebine sokup bütün şarkıları deneseydim ıslıkla aya karşı.
Bakkal borcu, taksit, kasap faturası, telefon ücreti, elektrik…
Hiç biri uğramasaydı semtime.”
Çetin Altan-Cendere

Gelişmiş ülkelerde kişi başına gelir yılda %2 civarında artıyor, dünyanın geri kalanında özellikle Afrika ve Çin hariç Asya’nın geri kalanı bu uçurumu kapatmak için bundan daha hızlı büyümek zorunda. Asya ve Latin Amerika’daki birçok yoksul ülkenin altmış yılda gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için yılda kişi başına %4,3 oranında büyümesi gerekiyor. Bunun olabilmesi içinse, toplam GSYH’larının altmış yıl boyunca en az %6 oranında büyümesi lazım. Diğer türlü gelişmiş ülkelere yetişmeleri imkânsızdır.

Ne var ki tarihte bu denli uzun süre devam eden hızlı ekonomik büyümeyi sürdürebilen ülkelerin sayısı oldukça sınırlı. Örneğin, 1955 ile 2005 arasında, bu başarıyı elde edebilen sadece on ülke bulunmaktaydı. Bunlar arasında Umman, Botswana ve Ekvator Ginesi öne çıkar; bu ülkelerde bu dönemde önemli petrol ve elmas rezervleri keşfedilmiş, bu kaynaklar ekonomik büyüme için katalizör rolü oynamıştır.

Singapur ve Hong Kong gibi şehir devletleri de dikkat çekicidir. Bu ülkelerdeyse, köylü tarım sektörü olmaması ve yatırımların artması durumunda göçmenlerin şehri istila etme riskinin düşük olması gibi özellikleri ekonomik kalkınmalarına imkân yaratmıştır. Bu durum, ücret emeği talebinin büyüme oranıyla uyumlu bir şekilde artmasına ve refahın daha adil bir şekilde dağılmasına olanak sağlamıştır.
Diğer taraftan, büyük tarım sektörlerine sahip olsalar da Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Çin gibi ülkeler, özellikle 1928 ile 1970 arasında, kişi başına gelirin %4,5 büyüdüğü dönemde, ekonomik büyüme konusunda önemli adımlar atmışlardır. Bu büyüme, büyük ölçüde tarım sektörlerinde verimli bir dönüşüm yaşanmasından kaynaklanmıştır.

(Fotoğraf: Dr. Altar Kaplan)

Ekonomik büyümenin ilginç bir örneği de Sovyetler Birliği’nde yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı dönemi dışarıda bırakıldığında, 1928’den 1970’e kadar olan süre zarfında kişi başına gelir %4,5 oranında büyümüştür. Bu durum, planlı ekonominin belirgin bir etkisi olarak görülebilir.
Temelde tüm bu ülkeler, Batı ile aralarındaki mesafeyi kapatmak için üç önemli alanda çaba sarf etmek durumunda kaldılar, bunlar sırasıyla; eğitim, sermaye ve verimlilik, olarak sayılabilir. Kitlesel örgün eğitim politikaları, bu ülkelerin sermaye birikimi ve verimlilik açısından Batı ile arasındaki mesafeyi kapatmalarına büyük ölçüde katkıda bulundu. Bu dönemde, maliyet açısından etkin bir yapı oluşturamasalar da, bu ülkeler büyük ölçekli ve sermaye yoğunluğu gerektiren teknolojileri benimsemeyi başardılar.

Aynı zamanda bu ülkeler, Amerikan üretimine zarar vermek pahasına değil, aksine küresel pazarlara entegre olma ve rekabet güçlerini artırma yolunu seçerek, modern teknolojiyi benimsemekte ve ekonomik büyümeyi sürdürmekte başarılı oldular. Bu strateji, Latin Amerika’nın karşılaştığı verimsizlik sorunlarından kaçınmalarını sağladı.
Robert C. Allen’in “Küresel Ekonomi Tarihi” kitabında da detaylandırdığı şekilde bu ülkelerin attığı adımların hangisinin en etkin olduğu sorusu, geniş kapsamlı bir tartışmanın merkezindedir. Ekonomik kalkınma sürecinde başarılı olmuş politikaların diğer ülkelere aktarılıp aktarılamayacağı konusu her ülkenin kendine özgü ekonomik, sosyal ve kültürel dinamiklerine bağlı olarak karmaşık ve çözümü net olmayan bir meseledir. Bu, ekonomik kalkınma politikalarının global düzeyde nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda geniş çaplı bir tartışmayı da beraberinde getirmekte, üzerinde net bir konsensüs sağlanamamaktadır.

Yine de yapısal olarak kesin olan şeyler yok mu derseniz, isterseniz bu soruyu nüktedan bir şekilde, Demirel ile İnönü arasında yaşanmış bir olayı size aktararak cevaplayayım. Şöyle ki:
Seçimlerden %50 oy alarak başbakan olan Süleyman Demirel, meclisin ilk günü meclis binasında İsmet İnönü ile karşılaşır. İnönü kendisine, “Meclisin kaç merdiveni var Süleyman biliyor musun?” diye sorar.
Demirel cevap verir; “Bilmiyorum…” Beklemediği bir soru karşısında cevapsız kalan Demirel, bu durum karşısında içten içe bozulmuştur.

Birkaç gün sonra mecliste yeniden İnönü’nün yanına giden Demirel kulağına eğilerek; “Efendim, meclisin 220 merdiveni var!” der. Kime saydırdın? diye sorar İnönü.
Demirel; “Bizzat ben saydım efendim!” der ve bunun üzerine İnönü’den tarihi bir söz duyar; “Bak Süleyman, lider odur ki zor işlerle uğraşsın. Lider basit işleri kendi yapmaz. Bak mesela ben meclisin kaç merdiveni olduğunu bilmiyordum. Sana saydırdım…”
Gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınma süreçleri de kabaca buna benzer. Katma değeri yüksek sektörlerde uzmanlaşırken, düşük olan sektörlerden çekilirler. Zamanında sanayi devrimini tekstil sektörü üzerinden gerçekleştiren İngiltere’nin ilerleyen süreçte ağırlığını katma değeri yüksek diğer sektörlere kaydırması bunun en tipik örneğidir.

Gelgelelim başlıkta belirtilen sorunun cevabına yönelik olarak, Türkiye ve Almanya’nın ekonomik yapılarını karşılaştırmak amacıyla, her iki ülkenin temel ekonomik göstergelerini incelemek faydalı olacaktır.
2023 yılında, nüfus ve toprak büyüklüğü açısından benzer özelliklere sahip olan Türkiye ve Almanya’nın Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) değerleri karşılaştırıldığında, Türkiye’nin GSYİH’sı 1.154 trilyon dolar olarak tespit edilirken, Almanya’nın GSYİH’sı yaklaşık 4.12 trilyon dolar seviyesinde bulunmuştur. Aynı dönem için, kişi başına düşen nominal GSYİH Türkiye’de 13.383 dolar olarak hesaplanırken, Almanya’da bu değer 40.000 ila 45.000 dolar aralığında gerçekleşmiştir.
Rakamlarla sizi boğmamak için şu cümleyi kurmakla yetineyim; tüm bu ekonomik verilerin yanı sıra Almanya’da enflasyon oranı, işsizlik oranı, kamu borcu gibi ekonomik veriler de Türkiye’den daha düşük. Yani Almanya’nın Türkiye’den daha güçlü bir ekonomiye sahip olduğu matematiksel bir gerçek. Doğrusu bu makasın kapanabileceği de pek mümkün görülmüyor.
Peki gerçekten Almanya bizi neden kıskanıyordur. Olsa olsa yapmaya değil saymaya olan tutkumuz nedeniyle olabilir, maalesef ötesi gelmiyor aklıma belki sizin geliyordur…

Dr.Altar Kaplan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir